
Kürtçeye yönelik yasaklar devam ediyor: Belgeler ortada
- 09:31 12 Mayıs 2025
- Kültür Sanat
Elfazi Toral
İSTANBUL – Türkiye'nin yüz yıllık cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçe diline yönelik baskılarını değerlendiren Şükran Demir, “Devlet baskısı süreklilik taşıyor. Bu devletin Kürtçe dili için bir telafisi olmalı” dedi. 

Tarih boyunca Kürt halkı ve Kürt dili sistematik baskı ve haksızlıklara maruz kaldı. Zaman değişse de değişmeyen tek şey; baskı, şiddet ve asimilasyon politikaları oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Kürtler; inkâr, zorla asimilasyon, dil yasakları ve zaman zaman katliamlarla karşı karşıya kalırken, her ne kadar dil yasakları cumhuriyet dönemine işaret etse de bu uygulamaların kökleri Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanıyor. Yüzyıllardır hem Kürt halkı hem de Kürt dili, devlet politikalarının hedefinde oldu. Kürtçeye yönelik baskıların varlığı inkâr edilse de Osmanlı arşivinde yer alan belgeler bu uygulamaları açık biçimde ortaya koyuyor. Cumhuriyet öncesinde başlayan ve bu dönemle birlikte daha da derinleşen asimilasyon politikaları günümüzde de etkisini sürdürürken, Kürt halkı da kimliğini ve dilini ısrarla savunmaya devam ediyor.
Belgeler
2009 yılında Qêrs’te Kürtçe mevlit okuduğu gerekçesiyle gözaltına alınan ve daha sonra 7 yıl 8 ay hapis cezası verilerek tutuklanan 76 yaşındaki hasta tutsak Ali Boçnak, cezaevindeyken yaşamını yitirdi. Bu belge incelendiğinde ise Muamelat Umum Müdürlüğü Kararlar Müdürlüğü’ne bildirilen kararda; “Kürtçe yazılı Mevlit kitabının Türkiye’ye sokulmasının ve dağıtılmasının menedilmesi; İçişleri Bakanlığı'nın 22 Eylül 1951 tarihli ve 91177/13/52636 sayılı yazısı üzerine, 5680 sayılı kanunun 31. maddesine göre; Bakanlar Kurulu’nca 27 Eylül 1951 tarihinde kararlaştırılmıştır” denilmiş ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın imzası ile bu belge tarihteki yerini aldı.
1946 yılında Bakanlar Kurulu toplantısında, Şam’da Kürtçe basılmış olan Cegerxwîn kitabının Türkiye’ye girişinin yasaklandığı ve bulunanların da toplattırılması kararı alındı. Ayrıca, Kürtçe kitap, dergi, gazete ve benzeri yayınların Türkiye’ye girişinin yasaklandığı görülüyor. 1925’te cumhuriyetin başında Es-Seyyid Hüseyin Hazeniyyü’l-Hüseyni tarafından yazılan Gonca-i Baharadlı isimli kitap ile 1937’de de Şeyh Said tarafından doldurulmuş Kürtçe plak da, yasaklanan eserler arasında yer aldı.
Yasaklar silsilesi
Yine “1938 yılında Şam’da Dr. Kamuran Ali Bedir-Kan tarafından bastırılan Elifbeya Mın adlı Kürtçe kitabın yurda sokulmaması”, 1948 yılında “Arap Semo’nun yazdığı Beyrut baskılı Kürtçe Şivane Kürt adlı kitabın Türkiye’de yasaklanması”, 1949’da “Bağdat’ta İbrahim Ahmet tarafından Kürtçe çıkarılan Kelovij ve Yadigarı Levan adlı dergilerin yasaklanması ve mevcutlarının toplattırılması”, 1951’de Irak’ta yayınlanan Elmürşit adlı Kürtçe lügatın Türkiye’de yasaklanması belgelerde yer almaktadır. 1951’de Kürtçe yazılmış mevlit kitabının Türkiye’ye girişi de yasaklananlar arasında bulunuyor.
1944 yılında Bağdat Radyosu’nun Kürtçe haber servisinin süresini günlük iki buçuk saate çıkarması bile Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği tarafından Dışişleri Bakanlığı’na bildirildi. Bir diğer örnek ise Rusya’nın bir köyünde açılan Kürtçe eğitim veren okulun izlendiğini göstermektedir. Bağdat’taki Amerikan Büyükelçiliği tarafından basılan Kürtçe broşürlerin ülkeye sokulması engellenirken, radyolardaki Kürtçe yayınlar izlenmiş, Kürtçe yazılmış kitaplar toplatıldı. Bu yasaklamaların Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Adnan Menderes dönemlerindeki yazışmalarda görüldüğü belirtiliyor.
Tüm bu belgeler, devletin Kürtçeye yönelik politikalarının sürekliliğini gözler önüne seriyor. 2000’li yıllarda da bu baskılar devam etmiş; Kürtlerin “çocuklarımız anadilinde eğitim alma hakkına sahiptir” diyerek 2014 yılında açtığı ilkokul-ortaokul düzeyindeki özgür okullara, yapılan askeri operasyonlarla müdahale edildi ve okullar mühürlendi. Türkiye’nin Kürtlere ve diline yönelik yasak, baskı ve şiddet yoluyla işlediği “suç”ların ardı arkası kesilmezken, yok saymalar hâlâ devam ediyor.
‘Bu dilin alanı yok’
15 Mayıs Kürt Dil Bayramı yaklaşırken, Şükran Demir ile Jin Dergi’de yayınlanan “Bu yazının mahrem tutulmasına itina edilecektir” başlıklı yazısı üzerine dile yönelik baskıları konuştuk.
Türkiye’de Kürt halkının dil açısından çok sık baskı ile karşı karşıya kaldığını söyleyen Şükran Demir, bu baskıların 2000’li ya da sadece 1990’lı yıllarla sınırlı olmadığını vurguladı. Cumhuriyet döneminden bu yana baskı ve asimilasyon politikalarının giderek arttığını ifade eden Şükran Demir, “Cumhuriyet arşiv belgelerini de incelediğimizde bu çok somut bir şekilde karşımıza çıkmakta. Biliyoruz ki dil, bir halkın kültürel hafızasını diri tutan, halkın varlığını sürdürmesi noktasında kültürün en büyük parçasıdır. Bu açıdan Kürtçeye yönelik her türlü baskı aynı zamanda Kürtlerin varlığına yönelik bir baskıdır. 100 yıllık cumhuriyet tarihinde zaten biliyoruz ki Türklük ve Türklük dışında kalan diğer bütün halklar bu topraklarda ya sürgün, ya katliam ya da başka yol ve yöntemlerle zayıflatılmıştır. Kürtler de bu halklardan biridir. Tabii bugün Kürtlerin hâlâ varlığını sürdürüyor olması ya da Kürtçeyi güçlü bir şekilde kullanabiliyor olması, eskiye oranla zayıflamış olsa bile sürdürülüyor. Ve bunun asıl nedeni, Kürtlerin kültürel açıdan çok zengin bir mirasa sahip olmasıdır. 2010’lardan sonra teknolojinin çok hızlı gelişmesi ve Kürtlerin kapalı bir toplum olmaktan çıkıp daha açık bir toplum haline gelmesi etkili olmuştur. Kürtçeyi, dünyayla temasının artması ve dilin kamusal alanda, eğitim alanında kullanılamaması nedeniyle zayıflamaya doğru giden bir süreçten de değerlendirebiliriz” diye konuştu.
Baskı ve yasaklar…
Şükran Demir, hem Cumhuriyet’in ilanından bu yana hem de sonrasında Kürtçe diline yönelik baskıları ve yasaklamaları şu sözlerle ifade etti: “Bugün Kürtçeyi, Kürtler dışında bunu kendine dert edinen de yok. Kürtler, bu toplumun çok renkli, çok kültürlü noktasından bakınca bunun sadece Kürtlerin sorunu olmadığını da görebiliriz. Yalnız 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde şunu çok rahat izleyebiliyoruz: Kürtlerin hafızasında 90’lar çok canlı bir tarih olduğu için hem yakın olması hem de gerçekten o dönemlerin şiddet ve baskı açısından çok yoğun bir dönem olarak hafızalarda kalması nedeniyle, genelde dil üzerinden konuşulduğunda bu konu 90’larla sınırlı bir şekilde dile getirilir. Oysa ki 1925’te de Kürtçe yazılmış bir kitabın yasaklandığını görebiliriz. 1950’lere geldiğimizde de, 2000’ler üzerinden Kürtçeye yönelik politikaların olduğunu görüyoruz. Bunun birkaç örneği var; arşiv belgelerinden de karşımıza çıkıyor: 1925’te Esseyit Hüseyin’in Kürtçeye yazmış olduğu Gonca-i Baharadlı kitabının Türkiye’ye sokulmasının yasaklanması, 1937’de Şeyh Said’in Kürtçe plağının yasaklanması, 1946’larda Şam’da Kürtçe basılmış olan Cegerxwîn’in Türkiye’ye girişinin yasaklanması, 1951 yılında Irak’ta El Mürşid adlı Kürtçe lügatın Türkiye’ye girişinin yasaklanması, 1951 yılında Kürtçe Türkiye sınırlarına girişinin yasaklanması gibi sayabileceğimiz birçok yasağın belgelerle tarihe geçtiğini görüyoruz.
Bu belgelerin tabii ki siyasi içerikli olanları da vardı. Sonuçta Kürtler de bir ulus bilinci devreye girmiştir ve bunun üzerine yazılmış, çizilmiş belgeler, gazeteler de mevcuttur. Ancak şöyle bir gerçeklik de var: Kürtçe mevlidin yasaklanması bize şunu da gösteriyor; dini bir metin olmasına rağmen yasaklanmış olması, doğrudan Kürtçeye yönelik yasağın ne kadar derin ve sistemli bir şekilde takip edildiğini gösteriyor.”
‘Devlet baskısı süreklilik taşıyor’
Baskıların 2000’li yıllar ve sonrasında da arttığını paylaşan Şükran Demir, 2009’da Kürtçe Mevlit okuduğu gerekçesiyle Ali Boçnak’ın tutuklanıp cezaevine girdiğini hatırlattı. 1951’de Kürtçe mevlidin Türkiye sınırlarına girişinin yasaklandığını anımsatan Şükran Demir şöyle dedi: “Kürtçeye yönelik bu baskıların sadece bir dönemle sınırlı olmadığını gösteriyor. Bunu da en net şekilde belgeler üzerinden görebiliyoruz. Baskıların İsmet İnönü, Adnan Menderes dönemlerinde de devam etmiş olması ve bunun belgelere yansıması, Kürtçeye yönelik devlet politikasının ne kadar süreklilik taşıdığını gösteriyor. Tabii bu yasaklar sadece Kürtçe yazılmış bir kitap, çıkarılmış bir gazete ya da broşür meselesi değil. Sadece Türkiye içinde kalan kısımlarla sınırlı da değil. Türkiye’nin sınırları dışında kalan ülkelerde Kürtlerin ve Kürtçenin nasıl yürütüldüğüne dair en ufak bir gelişmenin bile izlendiğini görüyoruz.
Irak’ta 1944’te kitapların Kürtçeye çevrilmesi, Kürtçe eğitim verecek eğitmen profilinin oluşturulmaya çalışılması ya da Rusya’nın bir köyünde Kürtçe eğitim veren okulların açılması gibi girişimler bile yakından takip edilmiş ve konsolosluk, elçilikler tarafından Türkiye’ye bildirilmiştir.”
‘Kürtçe alanının olmaması ciddi bir sorun’
Türkiye’nin, Kürtçe dilinin gelişmesini istemediğine işaret eden Şükran Demir, Kürtlerin tüm baskılara rağmen Kürtçeyi bulundukları her alanda yaşatmaya çalıştığını ifade etti. Şükran Demir, şöyle devam etti: “Artık sokaklarda konuşulabiliyor, eskisi gibi değil, yasaklı değil. Fakat şöyle bir gerçeklik var; örneğin ‘Yaşayan Diller’ adı altında Kürtçe için üniversitelerde alan açıldı ya da seçmeli ders olarak Kürtçeye yer verildi. Ancak bunların da önüne bir set çekiliyor, olabildiğince alanı daraltılıyor. Bugün seçmeli ders olarak Kürtçeye ne kadar erişim sağlanabiliyor eğitim üzerinden? Bunun yakından incelenmesi gerekiyor. Bugün öğretmen atamalarından takip edebiliyoruz: Kürtçe öğretmen atama sayısı 1 veya 2 oluyor.
2014 yılında Kürtler, çocuklarının Kürtçe eğitime erişim hakkını sağlamak için özgür okullar açtı. Pilot okullar olarak Cizre’de, Sur’da, Gever’de açılan bu okullara çok hızlı müdahale edildi. Bu okullar baskınla mühürlendi. Buradaki çocukların eğitime erişimi de engellendi. Oysaki bugün şunu çok iyi biliyoruz; azınlık statüsünde kabul edilen halklar, kendi dillerinde eğitim veren özel okullar açabiliyor. Tabii onların da bazı kısıtlamaları, engelleri ve daraltılmış alanları var. Ancak Kürtlerin böyle bir alanı bile yok. Bu çok ciddi bir sorun.”
Anayasal hak
Kürtçe dilinin eğitime, ticarete ve kamusal alana dahil edilmesi gerektiğine işaret eden Şükran Demir, “Her halk kendi dilini ve kültürünü sürdürmek ve korumak zorundadır” dedi. Şükran Demir sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunun tabii ki de anayasal güvenceyle bir şekilde sağlanması gerektiği kesinlikle açıktır. 100 yıllık süre içerisinde Kürtlerin ilişkisinin bu kadar zayıflatılması ve sürekli diğer haklarını da etkileyen bir yerde haktan mahrum bırakılması, devletin dönüp özür dileyerek bunun yüzleşmeyle birlikte telafisinin sağlanması gerekiyor. Bugün Kürtlerle gerçekten bir hak tanıma üzerinden uzlaşı sağlanacaksa, bu hakların başında anadilde eğitim, anadilin kamusal alanda tanınması ve bunun resmileşmesi gelmektedir.
Bugün yeni neslin Kürtçeyle ilişkisi çok hızlı kesiliyor. Bu da tabii ki bu halkın kendi kültürünü devam ettirebilmesi açısından son derece önemli. Çünkü soykırım bedensel bir yerden konuşulur; ancak şöyle bir gerçeklik var: Soykırım dile yönelik olunca çok hızlı hayata geçirilen bir yerde gerçekleşiyor. Eğer bugün dilinizi konuşamazsanız, kendi kültürünüzü zaten koruyamazsınız. Zaten sizin dille birlikte kültürünüz ve kendi öz varlığınız da ortadan kalkmış oluyor. Bu açıdan çok hızlı bir şekilde harekete geçip Kürtçenin rahat kullanım alanlarının oluşturulması son derece önemli ve kritik bir noktadadır.”
Kürt kültürü şart
Şükran Demir, konuşmasını şu sözlerle noktaladı: “100 yıllık süreçte Kürtçeye ve Kürtlere yönelik bir baskı var. Günün sonunda biz 1925, 1937, 1944 yıllarından bahsediyoruz ve bunlar belgelere konulmuş. Bugün hâlâ Kürtlerin, Kürtçenin bir halkın varlığının somut bir şekilde kabul görmesi üzerinden değil de, sürekli küçük küçük bir şeylerin verilmesiyle bu meselenin kapatılabileceğine inanılıyor. İşte seçmeli dersler, sokakta Kürtçe konuşulabilme serbestliği falan... Ama bunlar tabii ki de yetersiz.
Yani bu devletin dil için bir telafisi olmalı. Anayasal çerçevede, anayasal güvenceyle bir şekilde Kürtçenin ve Kürt kültürünün yasa düzenlemesi kesinlikle şart.”